GİRİŞ:
"Dünya'nın Yaşı"konusu hatta daha geniş anlamıyla "yaş" konusu bir çok disiplinin ortak sorunudur. Jeoloji, paleontoloji, arkeoloji, antropoloji ve astronomi ilk akla gelenlerdir.
Dünya'nın yaşı ile ilgili kabullenmeleri, varsayımları 4 dönemde toplayabiliriz.
1.Dönem: Kutsal kitaplar (semavi dinler) öncesindeki dönem medeniyetlerindeki yaratılış efsaneleri ve felsefenin ortaya çıkışı ile birlikte ( MÖ 1500 yılları) felsefecilerin ortaya koyduğu görüşlerdir. Bu düşünceler çoğunlukla a-priori bilgiye bazen gözleme dayanır.
2.Dönem: Semavi dinlerin (kutsal kitapların) ortaya çıkışı ile birlikte ayetlerin yorumlanmasına dayalı kabullenmelerdir.
3. Dönem: Bilimsel düşüncenin gelişmeye başladığı aynı zamanda olayların dinsel mistisizmden ayrı olarak yorumlandığı 17.yy ve 19.yy aralığını alabiliriz. Bu dönemde, bu soruna ilk somut kanıtlar gösterilmeye başlanmıştır. Ancak bu sorun yine de çözülememiştir.
4. Dönem: 20 yy'da ki bilimdeki gelişmelerin ışığında soruna kesin olarak yanıt bulunmuştur.
Bu sorun bilimsel açıdan çözüme kavuşmuş olsa bile zaman zaman bilimsel yöntemlere itirazlar olmuştur. Bu itirazları 4. dönemi anlatırken vermeye çalışacağım. Bilimin bu sorunu nasıl çözdüğünü anlamak bilimsel gelişmenin anlaşılması bakımından da önemlidir.
Son olarak Dünya'nın yaşı konusunda insanların kabullenişlerini tamamen öznel olarak 3 grupta toplamak isterim.
1.grup: Fikri olmayanlar.
2.grup: Eğitim hayatı boyunca birçok kez 4.5 milyar yaşını duymalarına rağmen dinsel inanışları gereği, 6000 yıllık tarihte ısrar edenler.(Çoğunlukla "Yaratılış" ve "Akıllı Tasarım" savunucuları)
3.grup: Bilimsel verileri kabul edenler.
1.Bölüm:
Kutsal Metinlerin Yorumlanmasından Önce
Dünya üzerinde İnsan olarak
adlandırılan canlı 3.5 milyon yıldır var olsa da, modern insanın geçmişi ancak
50 bin yıl kadardır. 50 bin yıllık süre ile yazının bulunması arasındaki süreç
ise Dünya ve çevreye ait algının ancak duvar resimleri ve taştan şekiller
yapılarak ifade edilmiştir. Ne yazık ki bu dönem insanının Nasıl? Ve Neyi?
düşündüğünü belki hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağız.
Ancak yazının bulunması ile birlikte insan topluluklarının Dünya ve Evren görüşü biraz daha anlaşılabilmiştir. En eski yaratılış efsaneleri Mezopotamya, Çin, Hint ve Mısır kültürlerinde görülür. Bu uygarlıklardaki zaman ve yaratılış olgusu tamamen “a-priori”dir. Yani çürütülemeyecek niteliktedir. Dünya algısının mistisizmden uzaklaşarak biraz daha nesnel-gözleme dayalı kavramaya çalışılması Yunan medeniyetinde kendini bulur. Babilliler, Mısırlılar Güneş, Ay ve yıldızlara ait hassas gözlemler yapmış olmalarına rağmen bunlar olayın nedenini anlamaktan uzak gözlemlerdir. Bütün bu anlattıklarıma ait temel önermem aslında Dünya’nın yaşına dair somut bir düşünce yoktur. Belki sonsuz bir zaman olgusu daha belirgindir.
Bu dönem medeniyetlerinin aslında doğaya ait gözlemleri son derece basitti. Doğal döngüler birbiri ardına devam eder. Gece-gündüz, Ayın doğuşu-batışı, Deprem ve sel olayları, Doğum ve ölüm. Bütün bu olaylar aslında başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri ardı ardına gerçekleşiyordu.
Mısırlı tarih yazıcıları her yeni krallığın başından başlayarak tarihsel bir kronoloji oluşturuyorlardı. Yunanlılar büyük bir merakla kendi uygarlıklarına ve komşu uygarlıklara ait efsaneleri anlatıyorlardı. Ama bütün bunlar belki de tarihin unutulmamasını sağlamıştı. Tarihin başlangıcını bulmaya yönelik değil.
Yunan uygarlığının konumuz ile doğrudan bağlantılı olduğu için buraya alıyoruz. Her ne kadar Bu uygarlığın paralelinde bir semavi din Ortadoğu da bulunuyor olsa da, Tevrat’tan yorumlanarak ortaya çıkartılacak zaman olgusu çok daha sonraki yüzyılları bulacaktı. Yunan uygarlığının en erken felsefi öncülleri MÖ 6. yy’a aittir. Bu düşünce akımının bizim için ayrı bir önemi vardır. Efsane, mitoloji ile gözlem ve sonuca ait çıkarımların yapılamaya başlanmış olmasıdır. Kuşkusuz yeryüzü ve evrene (kozmos) ait görüşler bütünüyle mitolojiden ayrı olarak salt gözleme dayandığı da söylenemez. Ama bir paradigmanın yaşandığı kuşkusuzdur.
Epikürcüler Dünya’nın sonsuz olduğu görüşünü savundu. Demokritos’a (MÖ 460- 370) göre evrenin sonsuzluğu zamanın başlangıcının olmamasından kaynaklanıyordu. Lucreitos ( MÖ 98-55) ise “Doğadan” adlı eserinde “ Eğer evrenin ve Dünya’nın bir başlangıcı ve kökeni yoksa ve bunlar sonsuza dek kalacaksa Thebes savaşınsan ve Truva kalıntılarından önce, nasıl olurda eski olaylardan söz eden hiçbir ozan çıkmaz” diyerek zamanın başlangıcının yakın bir zaman önce olduğunu söylemiştir.
Konumuz açısından Heredot’un (MÖ 484-425) ayrı bir önemi vardır. Heredot tarihte ilk defa gözleme dayanarak bir doğa olayının yaşını/süresini tahmin etmiştir. Şöyle bir bağlantı kurmuştur:Nil Nehri Kızıldeniz gibi bir alana akmış olup burayı doldursaydı bu 20000 yıl sürerdi. Bu tahminini Nil Nenrinin getirdiği alüvyonlarla deltanın hesaplayarak yapmıştır. Ayrıca Heredot Mısırda’ki Nil’in gerisindeki tepelerde deniz kabuklularını görmüştü. Böylece bir zamanlar buranın deniz olup Nil nehrince doldurulduğunu düşündü. Günümüzde bu tahminin doğru olup olmaması değildir. Ama doğal süreçlere ait zaman algısı açısından bu tahmin önemlidir.
Aristo (MÖ 384- 322) Kepler dönemine kadar evren anlayışımız üzerinde belirleyici olmuş kişidir. Bin yıldan uzun bir süre söyledikleri doğru kabul edilmiştir. Kristal küre kuramını ortaya atmıştır. Ona göre evren iç içe geçen kristal (cam) kürelerden oluşmaktaydı ve Dünya etrafında 1 günde tam bir tur atıyordu. Kusrsuz çemberler üzerinde evrenin merkezinde var olan Dünya çevresinde diğer gezegenler ve yıldızlar ve tabi ki Güneş sonsuzdan beri deviniyordu. Zaman hiç tükenmiyordu, evren ise sonsuzdu.
Yine Yunanlı tarihçi Diedora “Tarihsel Kitaplık” adlı eserinde Dünya’nın öteden beri var olduğunu savundu.
Romalı Stoacı düşünür Seneca (MÖ 3- MS 65) genişleme ve sıkışma kuramını önerdi.O’na göre evren sayısız kere genişleme ve sıkışma evresinden geçiyordu. Genleşme sırasında denizler çekiliyor. Büyük bir yangınla her şey yok olup sonrasında tekrar ortaya çıkıyordu. Değişim topraktan, suya havaya ve ateşe doğru oluyordu. Kuşkusuz bu açıklama o zamanlarda depremler, sel baskınları ve yanardağ faaliyetleri karşısında insan düşüncesinin bir ürünüydü.
Ancak yazının bulunması ile birlikte insan topluluklarının Dünya ve Evren görüşü biraz daha anlaşılabilmiştir. En eski yaratılış efsaneleri Mezopotamya, Çin, Hint ve Mısır kültürlerinde görülür. Bu uygarlıklardaki zaman ve yaratılış olgusu tamamen “a-priori”dir. Yani çürütülemeyecek niteliktedir. Dünya algısının mistisizmden uzaklaşarak biraz daha nesnel-gözleme dayalı kavramaya çalışılması Yunan medeniyetinde kendini bulur. Babilliler, Mısırlılar Güneş, Ay ve yıldızlara ait hassas gözlemler yapmış olmalarına rağmen bunlar olayın nedenini anlamaktan uzak gözlemlerdir. Bütün bu anlattıklarıma ait temel önermem aslında Dünya’nın yaşına dair somut bir düşünce yoktur. Belki sonsuz bir zaman olgusu daha belirgindir.
Bu dönem medeniyetlerinin aslında doğaya ait gözlemleri son derece basitti. Doğal döngüler birbiri ardına devam eder. Gece-gündüz, Ayın doğuşu-batışı, Deprem ve sel olayları, Doğum ve ölüm. Bütün bu olaylar aslında başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri ardı ardına gerçekleşiyordu.
Mısırlı tarih yazıcıları her yeni krallığın başından başlayarak tarihsel bir kronoloji oluşturuyorlardı. Yunanlılar büyük bir merakla kendi uygarlıklarına ve komşu uygarlıklara ait efsaneleri anlatıyorlardı. Ama bütün bunlar belki de tarihin unutulmamasını sağlamıştı. Tarihin başlangıcını bulmaya yönelik değil.
Yunan uygarlığının konumuz ile doğrudan bağlantılı olduğu için buraya alıyoruz. Her ne kadar Bu uygarlığın paralelinde bir semavi din Ortadoğu da bulunuyor olsa da, Tevrat’tan yorumlanarak ortaya çıkartılacak zaman olgusu çok daha sonraki yüzyılları bulacaktı. Yunan uygarlığının en erken felsefi öncülleri MÖ 6. yy’a aittir. Bu düşünce akımının bizim için ayrı bir önemi vardır. Efsane, mitoloji ile gözlem ve sonuca ait çıkarımların yapılamaya başlanmış olmasıdır. Kuşkusuz yeryüzü ve evrene (kozmos) ait görüşler bütünüyle mitolojiden ayrı olarak salt gözleme dayandığı da söylenemez. Ama bir paradigmanın yaşandığı kuşkusuzdur.
Epikürcüler Dünya’nın sonsuz olduğu görüşünü savundu. Demokritos’a (MÖ 460- 370) göre evrenin sonsuzluğu zamanın başlangıcının olmamasından kaynaklanıyordu. Lucreitos ( MÖ 98-55) ise “Doğadan” adlı eserinde “ Eğer evrenin ve Dünya’nın bir başlangıcı ve kökeni yoksa ve bunlar sonsuza dek kalacaksa Thebes savaşınsan ve Truva kalıntılarından önce, nasıl olurda eski olaylardan söz eden hiçbir ozan çıkmaz” diyerek zamanın başlangıcının yakın bir zaman önce olduğunu söylemiştir.
Konumuz açısından Heredot’un (MÖ 484-425) ayrı bir önemi vardır. Heredot tarihte ilk defa gözleme dayanarak bir doğa olayının yaşını/süresini tahmin etmiştir. Şöyle bir bağlantı kurmuştur:Nil Nehri Kızıldeniz gibi bir alana akmış olup burayı doldursaydı bu 20000 yıl sürerdi. Bu tahminini Nil Nenrinin getirdiği alüvyonlarla deltanın hesaplayarak yapmıştır. Ayrıca Heredot Mısırda’ki Nil’in gerisindeki tepelerde deniz kabuklularını görmüştü. Böylece bir zamanlar buranın deniz olup Nil nehrince doldurulduğunu düşündü. Günümüzde bu tahminin doğru olup olmaması değildir. Ama doğal süreçlere ait zaman algısı açısından bu tahmin önemlidir.
Aristo (MÖ 384- 322) Kepler dönemine kadar evren anlayışımız üzerinde belirleyici olmuş kişidir. Bin yıldan uzun bir süre söyledikleri doğru kabul edilmiştir. Kristal küre kuramını ortaya atmıştır. Ona göre evren iç içe geçen kristal (cam) kürelerden oluşmaktaydı ve Dünya etrafında 1 günde tam bir tur atıyordu. Kusrsuz çemberler üzerinde evrenin merkezinde var olan Dünya çevresinde diğer gezegenler ve yıldızlar ve tabi ki Güneş sonsuzdan beri deviniyordu. Zaman hiç tükenmiyordu, evren ise sonsuzdu.
Yine Yunanlı tarihçi Diedora “Tarihsel Kitaplık” adlı eserinde Dünya’nın öteden beri var olduğunu savundu.
Romalı Stoacı düşünür Seneca (MÖ 3- MS 65) genişleme ve sıkışma kuramını önerdi.O’na göre evren sayısız kere genişleme ve sıkışma evresinden geçiyordu. Genleşme sırasında denizler çekiliyor. Büyük bir yangınla her şey yok olup sonrasında tekrar ortaya çıkıyordu. Değişim topraktan, suya havaya ve ateşe doğru oluyordu. Kuşkusuz bu açıklama o zamanlarda depremler, sel baskınları ve yanardağ faaliyetleri karşısında insan düşüncesinin bir ürünüydü.
2.Bölüm: Kutsal Metinlerin Yorumlanması.
Tekvin “Dünya’nın Yaratılışı”
1- Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.
2- Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.
3- Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu.
4- Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.
5- Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
6- Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu.
7- Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı.
8- Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
9- Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.
10-Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
11-Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu.
12-Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
13-Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
14-15-Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu.
16-Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
17-18- Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
19- Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
20- Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu.
21- Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
22- Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı.
23- Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
24-Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu.
25-Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
26- Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.”
27- Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.
28- Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
29- İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
30- Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu.
31- Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.
32- Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı.
33-Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi.
34- Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.
Jean-Andre De Luc "Eğer jeoloji Tekvin'le ters düşseydi, yalnızca bir masal olmaktan öteye gidemeyecekti"(1809)
Giriş:
MÖ 1300 Yahudilerin kıtlık nedeniyle Filistin’den Mısır’a göç etmesi.
MÖ 1220-1200 Musa’nın Mısır’dan çıkışı sonrası uzun bir süre çöllerde yaşamaları ve tekrar Filistin’i ele geçirmeleri.
MÖ 10 yy’da Davud’un Kudüs’ü alması.
MÖ 931 Yahuda ve İsrail kralıklarının kurulması.
MÖ 731 Asurlar İsrail krallığını yıktı.
MÖ 587 Babilliler Yahuda krallığını yıktı. Yahudilerin Babil sürgünü.
MÖ 538 Yahudilerin Babil sürgününden dönüşü.
Yukarıda uzun bir anlatım ile okuyucuyu sıkmak yerine kısa bir kronoloji ile Mısır, Filistin ve Mezopotamya çevresindeki olaylara Yahudi tarihi açısından kısaca değindim. Ayrıntılı okuma için Yalçın Kaya’nın “Batının İki Yüzü” 2. Cilt kitabına bakabilirler.
Çünkü konumuz Yahudi tarihinden ziyade Tekvin'de geçen yaratılış olayının ve izleyen bölümlerdeki Tufan ve benzeri olayların nasıl yorumlandığı ve bu olaylara dayanılarak Dünya'nın yaşının nasıl hesaplandığıdır. Ancak Yaratılış hikayesinin Yahudi tarihi açısından bir Babil sürgünü öncesi bir de sonrası olduğu yönünde bir tartışma bulınmaktadır. Elbette konumuz Tekvin 'nin değişimi değil. Ancak bütün bu süreçte Yahudilerin Babil sürgününün önemli etkileri olduğu önemli. Yahudilik kısmen Babillilerden etkilenmişti.Tekvin’de geçen 6 günlük yaratma faaliyetinden sonra 7. Gün Tanrı’nın dinlenmesi (şabat) aslında astronomik olarakBabillilerden geçme bir olguydu. Çünkü 6’lık sistem 60 saniye, 60 dakika, 7’lik sistem haftanın yedi günü Babilliler tarafından kullanılıyordu.( Bkz Yavuz Unat “İlkçağlarda Günümüze Astronomi Tarihi”)
Olasılıkla Babil sürgününden sonra yaratılış tekrar yorumlanmıştı. Aslında semavi dinlerin (Musevilik,Hristiyanlık) Babil kökenleri henüz o zaman için bilinmiyordu.Mezopotamya’da 1894 yılından itibaren yapılan kazılarla civi yazılı tabletlerin bulunması (bir kısmı Tufan tabletlerini içermektedir) ile birlikte bu bağlantı anlaşılabilmiştir.
Önceden Yahudi tarihçilerin yaptığı gibi 2.yy’dan itibaren Hristiyan tarihçi- din adamları’da Eski Ahit’te geçen kişilerin yaşlarını bulmaya çalıştılar. Aslında yaşları ve kuşakları sayarken zorluk, kuşaklar arasında geçen süreyi de doğru hesaplamak gerekiyordu. Bu süreçte Flavius Joseo (37-100), Tatien (120-173), Justin Marty(100-165), Clement d’Alexandire(150-215), Theophile(Ö.190) kronolojilerinden bazıları günümüze ulaşabildi.
İmparator Aurelius Verus 169 yılında öldüğünde bir kilise papazı yaratılışı 5695 yıl olarak veriyordu. Theophile bu tarihi şöyle yorumluyordu: “Eğer gözümüzden kaçan bir dönem varsa bile bu 50-10 belki 200 yıl olabilir. Binlerce yıl olamaz.”
Jules l’Africain(Ö.232) Chronographie adlı eserinde yaratılışı 5723 yıl bulmuştur. Aynı zamanda zamanın sonunu MS 498 olarak hesaplamıştı.
Bu kronoloji çalışmaları Eusebe’nin (265-340) “Kronolojik Ölçüler ve Evrensel Tarihin Özeti” eseri ile en üst seviyeye ulaşmıştı. Bu kitaptaki ölçüler Rönesans’a kadar referans alındı.
Daha sonra aziz Dalmate Jerome (347-420) tarafından bu eser Yunancadan Latinceye çevrildi. Jarome Yaratılıştan, Büyük Tufana geçen süreyi 2242, Tufandan İbrahim peygambere geçen süreyi ise 942 yıl olarak hesapladı. Bu söyledikleri Theophile’nin söyledikleri ile uyuşuyordu.
Bütün bu yaratılışın başlangıcı ve tarihi sorunu eski çağlardaki sonsuz evren görüşü ile açıkça çelişiyordu. Ortaya başka sorular çımıştı. Tanrı evreni neden yaratmıştı?
Yahudi düşünür Philon d’Alexandrie’nin buna ilginç bir yanıtı vardı. “Gizli Yasaların Mecazi Anlatımı” adlı kitabında şöyle demiştir.” Dünya’nın altı günde veya zaman içinde doğduğuna inanmak biraz safça. Neden? Çünkü tüm zaman Güneş ve Dünya’nın hareketinden oluşan gece gündüzden oluşur. Öyleyse zaman Dünya’dan sonra oluşmuştur. Dünya zamanın içine doğmamış, zaman Dünya aracılığı ile var olmuştur” Hatta Philon her şeyin sayılarda var olduğu Pisagorculuk akımıyla 6 günlük yaratılışı, 6 sayısını oluşturan 3 asal sayının toplamı olduğunu söyledi.
Doğu Roma imparatorluğunda ki Akademi 529 yılında yıkılınca ve yüzyıl sonra İslam dünyasının genişlemesi, 641 yılında İskenderiye’nin alınması ve Yunan filozoflarının eserleri Arapçaya çevrildi. Bu süreç Batı dünyasının çöküşü, İslam kültür, bilim ve medeniyetinin yükselişini temsil ediyordu. Sonrasında 800’lü yıllardan itibaren 1500’li yıllara kadar Skolastik Çağ olarak adlandırılan dönemde, Araplar vasıtasıyla yunan filozoflarıyla tanışan batı dünyası, yunan filozoflarının fikirleri ile Hristiyanlık arasında bir ortaklık ve uzlaşma sağlamaya çalıştı.(Bkz. J.D Bernal “Tarihte Bilim 1.Cilt s.250-256)
1- Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.
2- Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.
3- Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu.
4- Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.
5- Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
6- Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu.
7- Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı.
8- Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
9- Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.
10-Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
11-Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu.
12-Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
13-Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
14-15-Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu.
16-Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
17-18- Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
19- Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
20- Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu.
21- Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
22- Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı.
23- Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
24-Tanrı, “Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu.
25-Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
26- Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.”
27- Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.
28- Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
29- İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
30- Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu.
31- Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.
32- Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı.
33-Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi.
34- Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.
Jean-Andre De Luc "Eğer jeoloji Tekvin'le ters düşseydi, yalnızca bir masal olmaktan öteye gidemeyecekti"(1809)
Giriş:
MÖ 1300 Yahudilerin kıtlık nedeniyle Filistin’den Mısır’a göç etmesi.
MÖ 1220-1200 Musa’nın Mısır’dan çıkışı sonrası uzun bir süre çöllerde yaşamaları ve tekrar Filistin’i ele geçirmeleri.
MÖ 10 yy’da Davud’un Kudüs’ü alması.
MÖ 931 Yahuda ve İsrail kralıklarının kurulması.
MÖ 731 Asurlar İsrail krallığını yıktı.
MÖ 587 Babilliler Yahuda krallığını yıktı. Yahudilerin Babil sürgünü.
MÖ 538 Yahudilerin Babil sürgününden dönüşü.
Yukarıda uzun bir anlatım ile okuyucuyu sıkmak yerine kısa bir kronoloji ile Mısır, Filistin ve Mezopotamya çevresindeki olaylara Yahudi tarihi açısından kısaca değindim. Ayrıntılı okuma için Yalçın Kaya’nın “Batının İki Yüzü” 2. Cilt kitabına bakabilirler.
Çünkü konumuz Yahudi tarihinden ziyade Tekvin'de geçen yaratılış olayının ve izleyen bölümlerdeki Tufan ve benzeri olayların nasıl yorumlandığı ve bu olaylara dayanılarak Dünya'nın yaşının nasıl hesaplandığıdır. Ancak Yaratılış hikayesinin Yahudi tarihi açısından bir Babil sürgünü öncesi bir de sonrası olduğu yönünde bir tartışma bulınmaktadır. Elbette konumuz Tekvin 'nin değişimi değil. Ancak bütün bu süreçte Yahudilerin Babil sürgününün önemli etkileri olduğu önemli. Yahudilik kısmen Babillilerden etkilenmişti.Tekvin’de geçen 6 günlük yaratma faaliyetinden sonra 7. Gün Tanrı’nın dinlenmesi (şabat) aslında astronomik olarakBabillilerden geçme bir olguydu. Çünkü 6’lık sistem 60 saniye, 60 dakika, 7’lik sistem haftanın yedi günü Babilliler tarafından kullanılıyordu.( Bkz Yavuz Unat “İlkçağlarda Günümüze Astronomi Tarihi”)
Olasılıkla Babil sürgününden sonra yaratılış tekrar yorumlanmıştı. Aslında semavi dinlerin (Musevilik,Hristiyanlık) Babil kökenleri henüz o zaman için bilinmiyordu.Mezopotamya’da 1894 yılından itibaren yapılan kazılarla civi yazılı tabletlerin bulunması (bir kısmı Tufan tabletlerini içermektedir) ile birlikte bu bağlantı anlaşılabilmiştir.
Önceden Yahudi tarihçilerin yaptığı gibi 2.yy’dan itibaren Hristiyan tarihçi- din adamları’da Eski Ahit’te geçen kişilerin yaşlarını bulmaya çalıştılar. Aslında yaşları ve kuşakları sayarken zorluk, kuşaklar arasında geçen süreyi de doğru hesaplamak gerekiyordu. Bu süreçte Flavius Joseo (37-100), Tatien (120-173), Justin Marty(100-165), Clement d’Alexandire(150-215), Theophile(Ö.190) kronolojilerinden bazıları günümüze ulaşabildi.
İmparator Aurelius Verus 169 yılında öldüğünde bir kilise papazı yaratılışı 5695 yıl olarak veriyordu. Theophile bu tarihi şöyle yorumluyordu: “Eğer gözümüzden kaçan bir dönem varsa bile bu 50-10 belki 200 yıl olabilir. Binlerce yıl olamaz.”
Jules l’Africain(Ö.232) Chronographie adlı eserinde yaratılışı 5723 yıl bulmuştur. Aynı zamanda zamanın sonunu MS 498 olarak hesaplamıştı.
Bu kronoloji çalışmaları Eusebe’nin (265-340) “Kronolojik Ölçüler ve Evrensel Tarihin Özeti” eseri ile en üst seviyeye ulaşmıştı. Bu kitaptaki ölçüler Rönesans’a kadar referans alındı.
Daha sonra aziz Dalmate Jerome (347-420) tarafından bu eser Yunancadan Latinceye çevrildi. Jarome Yaratılıştan, Büyük Tufana geçen süreyi 2242, Tufandan İbrahim peygambere geçen süreyi ise 942 yıl olarak hesapladı. Bu söyledikleri Theophile’nin söyledikleri ile uyuşuyordu.
Bütün bu yaratılışın başlangıcı ve tarihi sorunu eski çağlardaki sonsuz evren görüşü ile açıkça çelişiyordu. Ortaya başka sorular çımıştı. Tanrı evreni neden yaratmıştı?
Yahudi düşünür Philon d’Alexandrie’nin buna ilginç bir yanıtı vardı. “Gizli Yasaların Mecazi Anlatımı” adlı kitabında şöyle demiştir.” Dünya’nın altı günde veya zaman içinde doğduğuna inanmak biraz safça. Neden? Çünkü tüm zaman Güneş ve Dünya’nın hareketinden oluşan gece gündüzden oluşur. Öyleyse zaman Dünya’dan sonra oluşmuştur. Dünya zamanın içine doğmamış, zaman Dünya aracılığı ile var olmuştur” Hatta Philon her şeyin sayılarda var olduğu Pisagorculuk akımıyla 6 günlük yaratılışı, 6 sayısını oluşturan 3 asal sayının toplamı olduğunu söyledi.
Doğu Roma imparatorluğunda ki Akademi 529 yılında yıkılınca ve yüzyıl sonra İslam dünyasının genişlemesi, 641 yılında İskenderiye’nin alınması ve Yunan filozoflarının eserleri Arapçaya çevrildi. Bu süreç Batı dünyasının çöküşü, İslam kültür, bilim ve medeniyetinin yükselişini temsil ediyordu. Sonrasında 800’lü yıllardan itibaren 1500’li yıllara kadar Skolastik Çağ olarak adlandırılan dönemde, Araplar vasıtasıyla yunan filozoflarıyla tanışan batı dünyası, yunan filozoflarının fikirleri ile Hristiyanlık arasında bir ortaklık ve uzlaşma sağlamaya çalıştı.(Bkz. J.D Bernal “Tarihte Bilim 1.Cilt s.250-256)
Kopernik devrimine kadar İncilin
yorumlanması dışında fazla bir yol alınamadı.Kopernik (1473-1543) ile birlikte
astronomi ve evren algısında ciddi bir değişme görüldü. Aslında Kopernik
kendisi bir devrimci değildi. Güneşi merkeze koymasının dışında Ptolemee’nin
gözlemlerinden daha ilerisini vermiyordu. Ama kitabının (De revolutionibus)
yayınlanması üzerine kopan tartışmalar devrimci fikirleri ateşledi. Luther
şöyle demişti:” O eğer tüm gökbilimi tersine çevirmek istiyorsa bırakın
çevirsin. Ben kutsal kitaba inanıyorum, çünkü orada Josua Dünya’ya değil,
Güneş’e durmasını emrediyor” Kopernik sapkın olmakla şuçlandı. 1545’de toplanan
Otuzlar Konsülü, kutsal kitaplar üzerinde kilisenin yetkili olduğunu duyurdu.
Kopernik’in yaptığı devrim ile birlikte İncil’de tartışmaya açılmıştı.Yaratılışın tarihinin, yani bu kronolojik bilginin yanlış çıkması, temelleri de tartışmaya atacaktı. Bu sırada modern kronolojinin altın çağını yaşatan İrlandalı din adamı James Ussler ortaya çıktı.Yaratılışın M.Ö 4004 yılının 23 Ekim gecesi gerçekleştiğini yazdı.
Kronolojinin tümüyle yenilenmesi Joseph-Juste Scaliger (1540-1609) tarafından yapıldı. Scaliger bu amaçla sadece Eski Ahit’ten yararlanmadı. Çünkü Eski Ahit’in birçok farklı çevirisi yapılmıştı. İbranice Yunanca metinler arasında farklılıklar vardı. Bu nedenle Scaliger İbranilerin, Asurluların, Babillilerin, Mısırlıların, Yunanlıların, Romalıların kısacası yaratılışa kadar yaşamış kavimlerin önemli tarihlerin saptamak için elli farklı takvimin elden geçirdi. Bunları “Zamanın Düzeltilmesi” ve “Zaman Hazinesi” adlı iki kitapta topladı
Kopernik’in yaptığı devrim ile birlikte İncil’de tartışmaya açılmıştı.Yaratılışın tarihinin, yani bu kronolojik bilginin yanlış çıkması, temelleri de tartışmaya atacaktı. Bu sırada modern kronolojinin altın çağını yaşatan İrlandalı din adamı James Ussler ortaya çıktı.Yaratılışın M.Ö 4004 yılının 23 Ekim gecesi gerçekleştiğini yazdı.
Kronolojinin tümüyle yenilenmesi Joseph-Juste Scaliger (1540-1609) tarafından yapıldı. Scaliger bu amaçla sadece Eski Ahit’ten yararlanmadı. Çünkü Eski Ahit’in birçok farklı çevirisi yapılmıştı. İbranice Yunanca metinler arasında farklılıklar vardı. Bu nedenle Scaliger İbranilerin, Asurluların, Babillilerin, Mısırlıların, Yunanlıların, Romalıların kısacası yaratılışa kadar yaşamış kavimlerin önemli tarihlerin saptamak için elli farklı takvimin elden geçirdi. Bunları “Zamanın Düzeltilmesi” ve “Zaman Hazinesi” adlı iki kitapta topladı
Scaliger’den sonra kronoloji
çalışmaları ve tartışmaları kısa bir süre tekrar canlandı.Alphanso
Vignoles(1649-1744) “Kutsal Tarihin Kronoloji” adlı kitabında Yaratılış ile İsa
arasındaki sürenin 3483 yıl olduğunu yazdı.
17. yy yerbilimin yavaş yavaş doğuşuna tanık olduğumuz bir yüzyıldır.
Yerbilimin diğer bilimlerden ayrılmasını temsil eden öncüller ise Robert
Hooke(1635-1703) ve Nicolaus Steno (1638-1686) dur.
Robert Hooke, fosillerle ilgileniyordu. Fosillerin geçmişte yaşamış canlı kalıntıları oldığını anlamıştı. Fosillerin denizden uzak konumlarda bulunmasını kara ve denizlerin yer değiştirmesinin sonucu olmalıydı. Hooke’nin konumuz ile ilgili en önemli önermesi, canlıların soyu tükenirken yeni çevre şartlarında yaşayan canlıların uyumu ve bu şiddetlideğişim ve yıkımlardan bir kronoloji çıkartılabileceğini ileri sürmesidir(1705). Bunun anlamı şuydu fosil içeriği araştırılırken aynı zamanda yerkürenin tarihi de araştırılabilirdi. Bu o zamanlar için devrimsel bir fikirdi. Ancak bu düşüncesini hiçbir zaman geçekleştiremedi.
Nicolaus Steno ise aslında bir anatomi uzmanıydı.Fosiller üzerinde eserler yazdı. Özellikle hayvan dişlerini inceledi. Bizim konumuz açısından Steno’nun yaptığı en önemli katkı “Tabakabilim” üzerine oldu. 1669 yılında yazdığı “Katı maddelerin bünyesinde doğal olarak bulunan katı maddeler üstüne teze önsöz” de şöyle diyordu:Bir tortul tabakasınıdaki kırıntıların tümü aynı nitelikte ve tane inceliğinde idiyse, Yaratılış sırasında her şeyin suyla örtülü olduğu ortamda çökelmiş olmalıydı. Eğer bir tabakada hayvan ve bitki kalıntıları bulunuyorsa, tabaka ilk yaratlış sırasında meydana gelmiş olamazdı. Eğer tabaka ağaç dalları ve benzer şeyler içeriyorsa, bunlar oraya su taşkınları ile taşınmış olmalıydı. (Ne olağanüstü bir yorum.asimov)
Günümüzde Steno’nu bu tabakabilim ilkelerine Tabakalanma(Süperpozisyon) denilmektedir.
Yeryüzünün yorumlanması artık kutsal metinlerin dışına taşıyordu. Zaman da sorgulanır olmuştu.
17-18 yy boyunca yerküre ve evrene ait bilgilerde olağanüstü bir değişme gözleniyordu.
Birkaç örnek verecek olursam:
Evrensel çekim yasaları bulunmuştu.
Dünya, Güneş ve diğer gök cisimlerinin dönüşleri anlaşılmıştı.
Kristal (cam) küre kavramı zaten terk edilmişti.
Dünya’nın basıklık oranı hesaplanmıştı.
Büyük Britanya’nın denizlerdeki hakimiyeti ile birlikte, yeryüzünün haritalanması ve boylamların doğru hesaplanması hızlanmıştı.
Ekvator ile kutuplar arsındaki yerçekimi farkı ölçülebilmişti.
Robert Hooke, fosillerle ilgileniyordu. Fosillerin geçmişte yaşamış canlı kalıntıları oldığını anlamıştı. Fosillerin denizden uzak konumlarda bulunmasını kara ve denizlerin yer değiştirmesinin sonucu olmalıydı. Hooke’nin konumuz ile ilgili en önemli önermesi, canlıların soyu tükenirken yeni çevre şartlarında yaşayan canlıların uyumu ve bu şiddetlideğişim ve yıkımlardan bir kronoloji çıkartılabileceğini ileri sürmesidir(1705). Bunun anlamı şuydu fosil içeriği araştırılırken aynı zamanda yerkürenin tarihi de araştırılabilirdi. Bu o zamanlar için devrimsel bir fikirdi. Ancak bu düşüncesini hiçbir zaman geçekleştiremedi.
Nicolaus Steno ise aslında bir anatomi uzmanıydı.Fosiller üzerinde eserler yazdı. Özellikle hayvan dişlerini inceledi. Bizim konumuz açısından Steno’nun yaptığı en önemli katkı “Tabakabilim” üzerine oldu. 1669 yılında yazdığı “Katı maddelerin bünyesinde doğal olarak bulunan katı maddeler üstüne teze önsöz” de şöyle diyordu:Bir tortul tabakasınıdaki kırıntıların tümü aynı nitelikte ve tane inceliğinde idiyse, Yaratılış sırasında her şeyin suyla örtülü olduğu ortamda çökelmiş olmalıydı. Eğer bir tabakada hayvan ve bitki kalıntıları bulunuyorsa, tabaka ilk yaratlış sırasında meydana gelmiş olamazdı. Eğer tabaka ağaç dalları ve benzer şeyler içeriyorsa, bunlar oraya su taşkınları ile taşınmış olmalıydı. (Ne olağanüstü bir yorum.asimov)
Günümüzde Steno’nu bu tabakabilim ilkelerine Tabakalanma(Süperpozisyon) denilmektedir.
Yeryüzünün yorumlanması artık kutsal metinlerin dışına taşıyordu. Zaman da sorgulanır olmuştu.
17-18 yy boyunca yerküre ve evrene ait bilgilerde olağanüstü bir değişme gözleniyordu.
Birkaç örnek verecek olursam:
Evrensel çekim yasaları bulunmuştu.
Dünya, Güneş ve diğer gök cisimlerinin dönüşleri anlaşılmıştı.
Kristal (cam) küre kavramı zaten terk edilmişti.
Dünya’nın basıklık oranı hesaplanmıştı.
Büyük Britanya’nın denizlerdeki hakimiyeti ile birlikte, yeryüzünün haritalanması ve boylamların doğru hesaplanması hızlanmıştı.
Ekvator ile kutuplar arsındaki yerçekimi farkı ölçülebilmişti.
Edmond Halley (1656-1742), çoğumuz onu bir gökbilimci olarak bilsek bile (tanımladığı bir kuyruklu yıldız adı verilmiştir) aynı zamanda matematikçi ve meteorolog tur. Konumuzla bağlantısı olan kısmı meteoroloji alanındaki araştırmalarıdır. Gökbilimsel araştırmalar için gemi yolculukları sırasında çeşitli meteoroloji aletleri geliştirmiş, hava basıncı ve buharlaşma hızı ölçümleri yapmıştır. 1687 yılında “Güneşin denizden buharlaştırdığı suyun akarsuların getirdiği sudan 3 kat fazla olduğunu bulmuştur.Ayrıca akarsulardan yoksun bölgelerde deniz tuzluluğunun artması gerektiği sonucuna ulaştı. 1715 bu teorisi ile ilgili bir uazı kaleme aldı. Başlığı “Okyanuslarda ve ırmak doğurmayan göllerde tuz oranının artmasının nedenleri üzerine, Dünya’nın yaşını bulmak için bir öneri” idi.
Elbette Halley düşüncesini açıklamak için neredeyse 30 yıl beklemişti. Halley’i düşünmeye sevk eden şey “Tufan” olgusuydu. Tufanı yağmur ile açıklayamacağını düşünmekteydi. Çünkü İngiltere’ye düşen tüm yağış bir günde düşse deniz seviyesi en fazla 40 metre yükselecekti. Bu nedenle Tufana dünya yakınından geçen bir kuyruklu yıldızın neden olacağını savunur. Aslında 1692 yılında Halley “Büyük Tufan Üzerine Birtakım Düşünceler”i sunmuştu. Ancak görüşmüş olduğu bir arkadaşının etkisi ile “İnsanların Tufana tanıklık ettiği şüphesini açıklayamamıştı
Geliştirdiği tuzluluk artışıyla ilgili teorisinde de sıkıntılar vardı. Günümüzdeki bazı göller geçmişte olmayabilirdi.
(Günümüz bilgisi ile dünya denizlerindeki tuzluluk artışı hassas bir şekilde ölçülebiliyor. Ayrıca tuzluluk artışı doğrusal olamayabiliyor. Çünkü deniz tabanları zamanla karalaşabiliyor.asimov)
1700 ve 1800’lü yıllar yeryüzü katmanlarının tanınması ile tamamlandı. Artık tabakaların göreceği yaşları bulunmuştu.Dünya’nın yaşına dair milyon yıllık tahminler yapılıyordu.
Göreceli yaş, bir tabakanın diğer bir tabakaya göre genç veya yaşlı olma durumudur. Artık jeologlar tabakalara baktıklarında hangisinin genç, hangisinin yaşlı olabileceğini anlıyorlardı. Acaba mutlak (gerçek) yaşları ne kadardı? Bu soru hala yanıtsızdı.
Soulavie 1780 yılında jeolojik çağları şu şekilde tanımlamıştı.
İlk çağ: Benzerleri günümüzde olmayan kabuklular dönemi
İkinci çağ: Benzerlerinin bazıları günümüzde görülen kabuklular dönemi.
Üçüncü çağ: Buğün günümüzde hala yaşayan kabuklular dönemi.
Dördüncü çağ: Günümüzde bilinen bitkiler ve hayvanlar dönemi.
19.yy’ın ortalarına gelindiğinde artık yer katmanlarının adı verilmişti.
Örnek olarak,
Pleistosen, 1839 yılında
Pliyosen, 1833 yılında,
Miyosen, 1833 yılında
Jurassic 1799 yılında,
Permiyen, 1841 yılında,
Devoniyen, 1839 yılında tanımlanmıştı.
Örnek olarak,
Pleistosen, 1839 yılında
Pliyosen, 1833 yılında,
Miyosen, 1833 yılında
Jurassic 1799 yılında,
Permiyen, 1841 yılında,
Devoniyen, 1839 yılında tanımlanmıştı.
19 yy’ a geldiğimizde fizik
ve kimya alanında büyük gelişmeler yaşanıyordu. Elektrik akımı ve
elektromanyetizma, iletkenlik, termodinamik yasalar, ısı ve verimlilik, ve oksijen
arasındaki ilişki vb. gibi. Bütün bu gelişmelerin elbette yerbilimleri üzerinde
de Dünya’nın yaşı ile ilgili yeni varsayımların ortaya atılmasında
kullanılacaktı.
Bu ikinci kısımda ana eksenimiz enerji kavramı üzerinde olacak. Apaçık bir şekilde Güneş Dünya’nın yanında büyük bir ısı kaynağı olarak duruyordu. Eski çağlardan beri Güneş’in sonsuz bir ısı kaynağı olduğu varsayılıyordu. 19. yy’ da fizikçiler Güneş’in enerjisinin kaynağını sorgulamaya başladılar. Dolayısıyla Dünya ve Güneş her ikisi de soğuduğuna göre Dünya’nın olduğu gibi Güneş’in de bir yaşı olmalıydı.
Aslında bir hekim olan Robert Mayer (1814-1878) alanının çok dışında hareket ve enerji üzerinde çok çarpıcı teorilere imza attı.Teorisinin çıkış noktası Java’da gördüğü bir hastanın kan rengiydi. Kan renginden, kimyasal enerji ( besin), oksijen ve iş arasında bir ilişki kurdu. Aynı şekilde Presctt Joule (1818-1889) 1843 yılında kaloninin mekanik iş birimi(enerji) olarak kendi adıyla anılan ilkeyi buldu.
Mayer bir hekim olmasında rağmen Güneş’in yaşı ile ilgili bir tahminde bulundu.Güneş’in 1 saatte 1 santimetrekaresinin 1 ton kömürün yanmasına eşdeğer ısı çıkardığını hesapladı. Buna göre Güneş’in yaşı en fazla 5 bin yıl olmalıydı.Mayer aslında kimyasal bir yanmanın dışında Güneşin kinetik hareketine ve göktaşlarının çarpması ile birlikte bunun ısıya dönüştüğünü varsayıyordu. Teorisi kuşku ile karşılanır. Bilimler Akademisi “ Güneş’in Isısı ve Işığın Üretimi Üzerine” adlı eserini yayınlamak istemez. Mayer 1850 yılında intihar eder.
Devamında 1854 yılında yine bir hekim ama aynı zamanda fizikçi olan Hermann Helmholtz yaptığı hesaplarla 7 ila 7000 yıl arasında sıcaklığın 1 derece azalmasına bağlı olarak Güneş’in yaşının 40 ila 100 milyon olabileceğini hesapladı.
Bu sıralarda kariyerinin zirvesinde o dönemin ünlü bir fizikçisinden Dünya’nın yaşı konusunda peş peşe varsayımlar gelir. Bu fizikçi Lord Kelvin ( 1824-1907)’dir.
Bu ikinci kısımda ana eksenimiz enerji kavramı üzerinde olacak. Apaçık bir şekilde Güneş Dünya’nın yanında büyük bir ısı kaynağı olarak duruyordu. Eski çağlardan beri Güneş’in sonsuz bir ısı kaynağı olduğu varsayılıyordu. 19. yy’ da fizikçiler Güneş’in enerjisinin kaynağını sorgulamaya başladılar. Dolayısıyla Dünya ve Güneş her ikisi de soğuduğuna göre Dünya’nın olduğu gibi Güneş’in de bir yaşı olmalıydı.
Aslında bir hekim olan Robert Mayer (1814-1878) alanının çok dışında hareket ve enerji üzerinde çok çarpıcı teorilere imza attı.Teorisinin çıkış noktası Java’da gördüğü bir hastanın kan rengiydi. Kan renginden, kimyasal enerji ( besin), oksijen ve iş arasında bir ilişki kurdu. Aynı şekilde Presctt Joule (1818-1889) 1843 yılında kaloninin mekanik iş birimi(enerji) olarak kendi adıyla anılan ilkeyi buldu.
Mayer bir hekim olmasında rağmen Güneş’in yaşı ile ilgili bir tahminde bulundu.Güneş’in 1 saatte 1 santimetrekaresinin 1 ton kömürün yanmasına eşdeğer ısı çıkardığını hesapladı. Buna göre Güneş’in yaşı en fazla 5 bin yıl olmalıydı.Mayer aslında kimyasal bir yanmanın dışında Güneşin kinetik hareketine ve göktaşlarının çarpması ile birlikte bunun ısıya dönüştüğünü varsayıyordu. Teorisi kuşku ile karşılanır. Bilimler Akademisi “ Güneş’in Isısı ve Işığın Üretimi Üzerine” adlı eserini yayınlamak istemez. Mayer 1850 yılında intihar eder.
Devamında 1854 yılında yine bir hekim ama aynı zamanda fizikçi olan Hermann Helmholtz yaptığı hesaplarla 7 ila 7000 yıl arasında sıcaklığın 1 derece azalmasına bağlı olarak Güneş’in yaşının 40 ila 100 milyon olabileceğini hesapladı.
Bu sıralarda kariyerinin zirvesinde o dönemin ünlü bir fizikçisinden Dünya’nın yaşı konusunda peş peşe varsayımlar gelir. Bu fizikçi Lord Kelvin ( 1824-1907)’dir.
Kelvin önce Helmholtz’ın izinden giderek Güneşin yaşını 100 ila 500 milyon yıl arasında olduğunu varsaydı. Sonra 1863 yılında yerkürenin soğuma hızından yaşını bulmaya çalıştı. Soğuma hızını hep aynı varsaydığı için ( aynı zamanda yerkabuğu kalınlığı doğru bilinemiyordu) 20 ila 400 milyon yıl arasında yaşlar buldu.
Kelvin 1868 yılında Dünya’nın basıklık oranından hareketle ( 1/ 267’dir) Dünya’nın yaşınıyavaşlama hızından yola çıkarak 100 milyon yıl hesapladı.
Kelvin’in bütün bu hesaplamaları karşısında o dönemde yerbilimciler bir şey yapamıyor veya karşı çıkamıyorlardı. Hem Kelvin zamanının tartışmasın en büyük fizikçilerindendi. Hem de jeologlar Kelvin’e karşı fizik bilgilerinin yetersizliğinden dolayı karşı çıkamıyorlardı. Aynı zamanda kendileri de tutarlı bir zaman ölçeği sunamıyorlardı.
Elbette jeologlar da boş durmuyorlardı. Kendi zaman ölçekleri için çalışıyorlardı.Jeolog Sollas 30 cm bir kil tabakasının 3000 yıl alacağını hesaplamıştı. Buradan hareketle Jeolog Goodchild Kambriyenden günümüze geçen süreyi 704235000 (704milyon) yıl olarak hesapladı.( Günümüzde hassas ölçümlerle bu süre 541 milyon yıldır)
Anlaşılacağı üzere her bilim dalı farklı sonuçlar öne sürüyordu. Mutlak (kesin) bir yaş üzerinde anlaşılamamıştı.
Kelvin Haziran 1896 yılında bu problemi çözememesi nedeniyle “Çaktık” demişti Radyoaktivitenin keşfi ile birlikte Atom Çağı başlıyordu.1902 yılında Dünya ve Yıldızların yaşını bulmak amacıyla kullanılabileceği fikri ortaya atıldı. Radyoaktivite 1909 yılından sonra Dünya’nın yaşını bulmak için etkin olarak kullanıldı.
Kelvin bunu göremedi 1907 yılında öldü.
4.
Bölüm:Sonunda Dünya’nın Yaşı Bulunuyor.
20 yy’ın başında çığır açan gelişmeler x ışınlarının keşfi, radyoaktivitenin anlaşılması ve elbette elektronun bulunuşudur.
Zaten bütün bu gelişmelere katkıda bulunan Röntgen(1901), Becquel ve Curie’ler (1903), Lenord(1904) ve J.J.Thomson (1906) Nobel fizik ödülü kazanmışlardır.
Artık fizikte yeni kavramlar ortaya çıkmıştı. Radyoaktif bozunma, ışınım, radyoaktif elementler, Katot ışınları, Alfa, beta, gama ışınımı, yarı ömür, proton, nötron, izotop gibi.
1900’lü yılların ilk çeyreğinde atom çağına ait buluşlar ardı ardına geliyordu. Hatta bunun yerbilimlerine ait yaş tespitine ilk olarak 1902 yılında girişildi. Ama biraz geriye gidip öncesinde neler yaşandığını anlatmalıyım.
1896’da Uranyum Becquel tarafından bulunmuştur.
1897’de Marie Curie Toryumu bulur.
1898’de polonyum ve Radyum bulunur.
1898’de ilk defa “Radyoaktif” terimi kullanılır.
1899’DA Aktinyum bulunur.
1899’da Thomas C. Chamberlin ilk defa Güneş’in enerjisinin atom enerjisi olabileceğini söyler.
Radyoaktif elementler doğada bulunan kararsız maddelerdir. Kararsız kelimesinin buradaki anlamı atom çekirdeğindeki olaylara bağlı olarak madde düzenli olarak ışınım yapar. Yani bozunur. Bu süreç çok hassas bir şekilde gerçekleşir. Bir radyoaktif elementin yarısının bazunarak başka bir elemente dönüşmesine “yarı ömür”, “yarılanma ömrü” denir. Örnek vermek gerekirse bir şişeye 1 kg Uranyum (U238) koyarsanız ve 4.5 milyar yıl sonra gelirseniz, şişenin yarısında U238, yarısında Kurşun 206 (Pb) olduğunu görürsünüz. Ana element olan uranyum, oğul element olan kurşuna dönüşmüştür.Bu demek oluyor ki U238 nin yarı ömrü 4.5 milyar yıldır.İşte bu yarılanma ömürleri ile (Ana element ile oğul (izotop) arasındaki oran) radyoaktif maddelerin bulunduğu taşların yaşları istatistiki olarak bulunabilir.
Pierre Curie radyumu gözlemleyerek 1902 yılında bozunma hızına göre bir zaman ölçümünün yapılabileceğini söyler.
Rutherford 1905 yılında Dünya’nın yaşını 140 milyon yıl bulur.
Strutt Kambriyen dönemi için 700 milyon yaşını bulur. (Günümüzde 541 milyon yıl)
Boltwood 1907 yılında 2.2 milyar yıl bulur.
Burada farklı tarihlerin bulunmasının nedeni ilk yıllarda yarı ömrün tam olarak doğru ölçülememesinden ve henüz bütün izotopların keşfedilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Radyoaktif yaşın doğru çıkabilmesi için 3 temel kural vardır.
1- Yarılanma ömrün hızı sabit olmalıdır: Evet atom saatlerinin mantığında da bu vardır. Bozunum hızı istatiksel olarak hesaplanarak bulunabiliyor.
2- Oğul unsurlar, ana elementle en başta beraber bulunmamalıdırlar: Bu yaratılışçıların uzun süre uranyum yönteminin yanlışlığını ortaya koymak için öne sürdükleri bir varsayım oldu. Ama oğul unsurların bulunmadığı özel örneklerle çok ciddi çalışmalar yapılmıştır.
3- Sistem kapalı olmalıdır: Yani dışarıdan madde alışverişi olmamalıdır. Bu tarihlendirmenin hatalı olmasına neden olur. Tarihlendirme yapılırken bir den çok örnek çalışması yapılır. Ayrıca diğer tarihlendirme yöntemleri ile kontrol yapılır.
1914-1918 yılları arasındaki 1. Dünya savaşı bu yöndeki bilimsel çalışmaları yavaşlatır.
1917 yılında Josph Barrell Kamriyenin yaşını 540 milyon yıl olarak bulur.
1926 yılında önemli bir adım atıldı.Amerikan Bilimler Akademisi Ulusal Araştırma Kurulu, jeoloji, paleontoloji, astronomi gibi farklı bilim dallarındaki yaşları karşılaştırmak için bir kurul oluşturdu. Kurul 1931 yılında 500 sayfalık bir rapor yayınladı. Özellikle en fazla atıf Holmes’e yapılmıştı. Holmes o zamanda en kesin sonuçlara ulaşmıştı.Dünya’nın yaşını 3.5 milyar yıl bulmuştu.( 1419 analiz yapmıştır)
En sonunda doğru sonuca 5 yıllık araştırma sonucunda 1953 yılında Clair Pettrson( 1922-1995) ulaştı. Kendisi kirlenmemiş (su kaynakları ile kurşun getirilmemiş) meteor kaya örneğini Arizona çölünde buldu.(Detay vermeden söylenirse Pb204 arıyorlardı) Dünya’nın yaşını 4.5 milyar yıl olarak buldu.
Gelişen teknoloji ve başka ölçüm yöntemleri de aynı tarihleri verdi.
Günümüzde bu yaş 50 milyon yıl hata payı ile 4.54 milyar yıldır.
Bundan birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi Jeoloji
müzesini gezdiğimde orada Avustralya’dan getirilmiş 3.8 milyar yaşında bir taş
sergileniyordu. Baktığınızda karşınızda öylesine sıradan bir taş duruyordu.
Yolda görseniz belki bir tekme atardınız. Ama zaman, onun içine zirkon
kristallerini gizlemişti. Bizim bulmamızı istercesine.20 yy’ın başında çığır açan gelişmeler x ışınlarının keşfi, radyoaktivitenin anlaşılması ve elbette elektronun bulunuşudur.
Zaten bütün bu gelişmelere katkıda bulunan Röntgen(1901), Becquel ve Curie’ler (1903), Lenord(1904) ve J.J.Thomson (1906) Nobel fizik ödülü kazanmışlardır.
Artık fizikte yeni kavramlar ortaya çıkmıştı. Radyoaktif bozunma, ışınım, radyoaktif elementler, Katot ışınları, Alfa, beta, gama ışınımı, yarı ömür, proton, nötron, izotop gibi.
1900’lü yılların ilk çeyreğinde atom çağına ait buluşlar ardı ardına geliyordu. Hatta bunun yerbilimlerine ait yaş tespitine ilk olarak 1902 yılında girişildi. Ama biraz geriye gidip öncesinde neler yaşandığını anlatmalıyım.
1896’da Uranyum Becquel tarafından bulunmuştur.
1897’de Marie Curie Toryumu bulur.
1898’de polonyum ve Radyum bulunur.
1898’de ilk defa “Radyoaktif” terimi kullanılır.
1899’DA Aktinyum bulunur.
1899’da Thomas C. Chamberlin ilk defa Güneş’in enerjisinin atom enerjisi olabileceğini söyler.
Radyoaktif elementler doğada bulunan kararsız maddelerdir. Kararsız kelimesinin buradaki anlamı atom çekirdeğindeki olaylara bağlı olarak madde düzenli olarak ışınım yapar. Yani bozunur. Bu süreç çok hassas bir şekilde gerçekleşir. Bir radyoaktif elementin yarısının bazunarak başka bir elemente dönüşmesine “yarı ömür”, “yarılanma ömrü” denir. Örnek vermek gerekirse bir şişeye 1 kg Uranyum (U238) koyarsanız ve 4.5 milyar yıl sonra gelirseniz, şişenin yarısında U238, yarısında Kurşun 206 (Pb) olduğunu görürsünüz. Ana element olan uranyum, oğul element olan kurşuna dönüşmüştür.Bu demek oluyor ki U238 nin yarı ömrü 4.5 milyar yıldır.İşte bu yarılanma ömürleri ile (Ana element ile oğul (izotop) arasındaki oran) radyoaktif maddelerin bulunduğu taşların yaşları istatistiki olarak bulunabilir.
Pierre Curie radyumu gözlemleyerek 1902 yılında bozunma hızına göre bir zaman ölçümünün yapılabileceğini söyler.
Rutherford 1905 yılında Dünya’nın yaşını 140 milyon yıl bulur.
Strutt Kambriyen dönemi için 700 milyon yaşını bulur. (Günümüzde 541 milyon yıl)
Boltwood 1907 yılında 2.2 milyar yıl bulur.
Burada farklı tarihlerin bulunmasının nedeni ilk yıllarda yarı ömrün tam olarak doğru ölçülememesinden ve henüz bütün izotopların keşfedilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Radyoaktif yaşın doğru çıkabilmesi için 3 temel kural vardır.
1- Yarılanma ömrün hızı sabit olmalıdır: Evet atom saatlerinin mantığında da bu vardır. Bozunum hızı istatiksel olarak hesaplanarak bulunabiliyor.
2- Oğul unsurlar, ana elementle en başta beraber bulunmamalıdırlar: Bu yaratılışçıların uzun süre uranyum yönteminin yanlışlığını ortaya koymak için öne sürdükleri bir varsayım oldu. Ama oğul unsurların bulunmadığı özel örneklerle çok ciddi çalışmalar yapılmıştır.
3- Sistem kapalı olmalıdır: Yani dışarıdan madde alışverişi olmamalıdır. Bu tarihlendirmenin hatalı olmasına neden olur. Tarihlendirme yapılırken bir den çok örnek çalışması yapılır. Ayrıca diğer tarihlendirme yöntemleri ile kontrol yapılır.
1914-1918 yılları arasındaki 1. Dünya savaşı bu yöndeki bilimsel çalışmaları yavaşlatır.
1917 yılında Josph Barrell Kamriyenin yaşını 540 milyon yıl olarak bulur.
1926 yılında önemli bir adım atıldı.Amerikan Bilimler Akademisi Ulusal Araştırma Kurulu, jeoloji, paleontoloji, astronomi gibi farklı bilim dallarındaki yaşları karşılaştırmak için bir kurul oluşturdu. Kurul 1931 yılında 500 sayfalık bir rapor yayınladı. Özellikle en fazla atıf Holmes’e yapılmıştı. Holmes o zamanda en kesin sonuçlara ulaşmıştı.Dünya’nın yaşını 3.5 milyar yıl bulmuştu.( 1419 analiz yapmıştır)
En sonunda doğru sonuca 5 yıllık araştırma sonucunda 1953 yılında Clair Pettrson( 1922-1995) ulaştı. Kendisi kirlenmemiş (su kaynakları ile kurşun getirilmemiş) meteor kaya örneğini Arizona çölünde buldu.(Detay vermeden söylenirse Pb204 arıyorlardı) Dünya’nın yaşını 4.5 milyar yıl olarak buldu.
Gelişen teknoloji ve başka ölçüm yöntemleri de aynı tarihleri verdi.
Günümüzde bu yaş 50 milyon yıl hata payı ile 4.54 milyar yıldır.
Çalışmam burada sona eriyor. Kuşkusuz bu çalışma büyük ölçüde çeşitli kaynaklardan alıntılar içermektedir. Ben sadece olayın zamansal kurgusunu yaptım.
Okuyanlara yararlı olduğunu umarım.
KAYNAKÇA:
“Dünya’nın Yaşı” Pascal Richet Güncel Yay.2002
“İnsan Düşüncesinde Yarküre” David Oldroyd Tübitak Yay.2004
“Dünya Felsefe Tarihi” Hans Joachim Störig Say Yay.2011
"Batı'nın İki Yüzü 2. Kitap" Yalçın Kaya Pentagram Yay.2007
"Astronomi Tarihi" Yavuz Unat Nobel Yay. 2001
http://incil.info/kitap/Yaratilis/1
http://www.cathylaw.com/virtualESnotes/Earthhistory/EarthHistoryNotes.html
http://pubs.usgs.gov/gip/geotime/age.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yar%C4%B1lanma_s%C3%BCresi
http://www.ndt-ed.org/EducationResources/CommunityCollege/RadiationSafety/theory/decay.htm
“Dünya’nın Yaşı” Pascal Richet Güncel Yay.2002
“İnsan Düşüncesinde Yarküre” David Oldroyd Tübitak Yay.2004
“Dünya Felsefe Tarihi” Hans Joachim Störig Say Yay.2011
"Batı'nın İki Yüzü 2. Kitap" Yalçın Kaya Pentagram Yay.2007
"Astronomi Tarihi" Yavuz Unat Nobel Yay. 2001
http://incil.info/kitap/Yaratilis/1
http://www.cathylaw.com/virtualESnotes/Earthhistory/EarthHistoryNotes.html
http://pubs.usgs.gov/gip/geotime/age.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yar%C4%B1lanma_s%C3%BCresi
http://www.ndt-ed.org/EducationResources/CommunityCollege/RadiationSafety/theory/decay.htm
Yorumlar
Yorum Gönder